30 Eylül 2009

Suretler - Surrogates

Bruce Willis amcamızı görünce artık hemen "action!" diye bağırmıyoruz. Malum 6. His'te bizi perişan etmişti yıllar evvel. Lakin aksiyonu bol bir bilimkurgu ile karşımızda kendisi. Artık "Gönüllü Matrix" modeli "Suretler" ile dünyada dolaşıyoruz, evlerimize kendimizi hallediyoruz. Bilimkurgu hastası olduğum için bayıla bayıla izledim. Çizgi roman uyarlaması olması sebebiyle absürdlükler mevzu bahis ki hoş görülüyor.

Filmin Özeti: "Suretler" (The Surrogates), daha önce “Terminator 3: Makinelerin Yükselişi” ve “U-571” gibi filmleri yöneten Jonathan Mostow'un imzasını taşıyor. Filmin oyuncuları kadar ilginç konusuyla da dikkat çekiyor.

FBI ajanları (BRUCE WILLIS ve RADHA MITCHELL) bir üniversite öğrencisinin gizemli cinayetini araştırmaktadır. Bu öğrenci insanların kendilerinin kusursuz robot versiyonlarını sahip olmalarını sağlayan yüksek teknoloji ürünü suret olgusunun yaratıcısı olan kişiyle bağlantılıdır. Sağlıklı, iyi görünümlü ve uzaktan kumandalı makineler olan suretler, insanların yerini almakta ve böylece insanların evlerinin rahat ve güvenli ortamından çıkmadan dışarıdaki hayatı yaşamalarına imkan tanımaktadır. Cinayet beraberinde cevap arayışını getirir: maskelerle dolu bir dünyada kim gerçektir ve kime güvenebilirsiniz?

27 Eylül 2009

Ricky

Fransız filmlerinin sanatsallığı ve konuların uzun uzadıya işlenmesi olayı mevzu bahis. Çok iyi değilse bu tarz filmler beni sarmaz aslında. Bienal'in etkisiyle olsa gerek, bu sahnelerin uzunluğunu fırsat bilerek kadrajı ve manevi derinliğini anlamaya çalışmaktan keyif aldım. Çok etkileyici sahneler de içeriyor, sıkıcı bölümler de.
Aslında bir kısa öyküden uyarlanmış; kısa film de olabilirmiş :) İlk bölümde odağımız Ricky adlı bebek değil. Daha çok aile olmaya çalışan, ama birçok sorun yaşayan anne-kız ile onların yanına yerleşen annenin erkek arkadaşının sorgulaması yapılıyor. İkinci bölümü aileye ve yapılarına iyice aşina olarak izlediğimizden gerçekleşen mucizenin inanılırlığı artıyor. Olayımız uçan bebek Ricky :)
Vizyondan sakin, etkinleyici bir Avrupa filmi beklentiniz varsa Ricky doğru seçim olacaktır.

Filmin Özeti: François Ozon'un, 2007'de çektiği feminist melodram Angel'dan sonraki bu ilk uzun metrajlı filmi, hayata dair bir hikâye. Alelade bir kadın olan Katie ile yine alelade bir adam olan Paco tanışır ve sanki sihirli bir değnek değmişçesine bir mucize gerçekleşir: Âşık olurlar. Aşklarının meyvesi daha da olağanüstüdür: Ricky adında müthiş bir bebek. İngiliz yazar Rose Tremain'in Moth adlı kısa öyküsünden uyarlanan film, Ozon'un tabiriyle gerilim, bilim-kurgu, komedi ve masal türlerinin öğelerini bir araya getiriyor.

26 Eylül 2009

Soysuzlar Çetesi - Inglourious Basterds

Tarantino referansıyla koşa coşa gittiğim film elbette eli boş döndürmedi: Keyifli bir iki buçuk saat ve bambaşka bir "Nazi" filmi deneyimi. Hüzünlendiğimiz içimizi burkan Yahudi katliamı sahnesi yok, aksine Almanlara acıyabilirsiniz bile. Bir nevi sanal intikam olmuş da denilebilir. Bu arada Brad Pitt'in aksanı tavırları çok sevimli, Aldo rolüne 'cuk' oturuyor.
Gidelim, önerelim.

Film Özeti: Aynı günlerda Avrupa’nın başka bir köşesinde Teğmen Aldo Raine (Brad Pitt), Yahudi askerler tarafından kurulan bir grubu düşmana karşı misilleme yapma amacıyla organize etmektedir. Düşmanları tarafından “Piçler” yakıştırmasıyla bilinen Raine’ın grubu, Nazi Almanyasının önde gidenlerine zarar verme misyonunu üstlenmiştir. Bu amaçla, Alman sinema oyuncusu ve gizli ajan Bridget Von Hammersmark (Diane Kruger) ile işbirliği yaparlar.Shasoanna’nın kendi intikamını alma planlarını yaptığı bir sinema salonunun çatısı altında hepsinin kaderleri kesişecektir.

25 Eylül 2009

Kadın Aklı Erkek Aklı - The Ugly Truth

15 Eylül'de Üniaktivite tarafından gösterimi yapılan film vizyona giriyor bugünlerde. Efendim, Hollywood romantik komedi anlayışımız sürüyor. Bu ara moda gizli sanılan sırları ifşa etmek kadın ve erkek cephesinde (bkz: Ghosts Of Girlfriends Past, The Hangover...). Filmin ilk yarısı bu kısmı oldukça hard core bir biçimde erkek cephesini anlatmakla geçiyor. Bu kısım çok eğlenceli ve vurucu. Ama ikinci yarısında klişe olduğu üzere kapışan esas kız ve esas oğlan birbirine aşık oluyor, bizi bayıyor. İlk yarısı seyre değer. Arada kaçabilirsiniz :)

Filmin Konusu:
Abby, bekârlığı dışında her soruna anında çözüm bulabilen bir TV programı yapımcısıdır. Reytingleri düşüş gösterince, işe yeni alınmış Mike'la ekip olmak zorunda kalır. Erkekler hakkında ipuçları vermekte olan bölümünün reytinglerdeki ani artışı, Mike'ın yerini garantiler. Abby, bekâr komşusu Colin'le tanıştığında ise doğru hamleleri yapmak için Mike'ın görüşlerine ihtiyacı olduğunu anlar.

24 Eylül 2009

"İETT Oraya Nasıl Giderim?" Hizmeti

İETT sitesinde nereye nasıl gideceği konusunda sorusu olanlara süper bir hizmet sunuluyor. Google Maps tabanlı çalışan yazılımda çıkış ve varış noktası doğru seçildiğinde, alternatifli ulaşım rotaları saatlik çıkarılıyor. Hangi hatta kaçta bineceğiniz, yolculuğun süresi ve bilet sayısı bile bulunuyor.

Püf Noktası:
Yazınca kolay çıkmasa da sağ üstten Google Maps ile arama yaptığınızda aradığınız yeri daha kolay buluyorsunuz. Sonra çıkan işaretlerden PLAY tuşu çıkış noktanızı, STOP tuşu varış noktanızı kolayca işaretlemenize yarıyor.

Puf Noktası:
İstanbul trafiği ve İETT şoför sürüş/davranış psikolojisi gözardı edilerek (ki formülize edilemez :) hazırlanan bu sisteme güzergaha göre 30-45-60-90 dk tolerans payı vermek lazım :)

http://harita.iett.gov.tr

23 Eylül 2009

Türkler Gibi Eğlenmek

"TÜRKLER GİBİ EĞLENMEK" başlığıyla gelen bir mail var aşağıda. Epey eğlenceli, "açılım" konuştuğumuz gündeme de uygun. Paylaşmak istedim:

"Almanya’dan gazeteci bir dostum aradı. Bir meslektaşımızın Ankara’ya geleceğini ve Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir makale yazacağını söyledi. Gelecek arkadaş Türkiye’nin katılımına sıcak bakıyormuş. Benim adımı, telefonumu vermiş, yardımcı olmamı istiyormuş. Kabûl ettim. Neticede bir yerde memlekete hizmet durumu.

Ertesi gün aradı, buluştuk. Bir yerde oturduk bir-iki fincan çay içtik. Nereye gitmek istediğini sordum. “Kocatepe Camii” dedi. “Niye”, diye sordum. “Sen Müslüman mısın?”. Değilmiş, ama merak ediyormuş. Neyse gittik. Bana kubbenin çapından, avizenin ağırlığını, toplam kapalı alanın metrekaresinden, avlunun kapasitesine kadar sorular sordu. Önce soruyu soruyordu, ondan sonra cevâbını veriyordu.

Sonra akşam oldu. “Türkler gibi eğlenmek istiyorum” dedi. “Siz nasıl eğleniyorsanız, bir akşamı nasıl geçiriyorsanız, tam öyle”. “Yahu yapma” dedim, “bünyen kaldırmaz” dedim, dinletemedim. Eh, artık keyfi bilir. O yıllarda Ankara’ da benim en sık uğradığım mekânların başında Sembol Tanju’nun Neyzen’i vardı. Beraber Neyzen’e gittik.

Önce dekorasyondan büyülendi. Hatta not defterini çıkardı, ufak tefek eskizlerini çizdi. Derken ney taksim başladı. Çok şaşırdı; “Bu dini bir enstrüman değil mi? Dini müzik çalıyor. Burası dindarların devâm ettiği bir lokanta mı” diye sordu. “Boşver” dedim, “takıl”.

Neyden sonra ise –Neyzen’de adet olduğu üzre- aryalar okunmaya başlandı. Misafirim biraz daha şaşırdı. “Sizde” dedi, “dinî müzik dinleyen, opera da dinliyor mu?”. “Sizde dinlemez mi” diye sordum, aklı karıştı. Bu arada hayret içinde masaya yığılmaya başlayan mezelere, masalardan masalara yapılan rakı-meze ikramlarına bakıyordu. “Burada herkes birbirini tanır mı”diye sordu, “yoo, yahu boşver, sen takılmana bak” dedim.

Aryalar bittiğinde ise sıra popüler şarkılara geldi. Benden sözlerini çevirmemi istedi. Bir-iki şarkı sonra not defteri yeniden çıktı ve deli gibi not tutmaya ve soru sormaya başladı.Alevi türküsü okununca, “burası Alevilerin yeri mi?”, Dokuz sekiz çalınca, “buraya Çingeneler mi geliyor”, Ege türküsü okununca “buradakiler efeleri neden destekliyor?” diye sorular sordu durdu. Arada bir de “bu müziklerden birini dinleyen ötekileri de dinliyor mu” diye sordu, daha da neler neler;

-Şu Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar

- Buraya Urfalılar mı geliyor?

- Hayır.


- Lörke, lörke, lülülülü

- Burası Kürtlerin mi?

- Hayır

Bunlara anlam vermeye çalışırken, önce “Çiao Bella” sonra da “Venseremos” çalınca birden ciddileşti.

-Bana istediğini söyle, ama ben bunun Şili Komünist Partisi marşı olduğunu biliyorum.

-Doğru, öyle zâten.

-Burası Komünistlerin mi?

-Şöyle bir çevrene bak, öyle mi görünüyor?

-…

Hayatında peçetenin sadece ağız silmek için olduğunu zanneden ve çatal-kaşık ile tabağa vurarak hiç bateri çalmamış bu arkadaş, sandalyelere çıkanlardan da önce biraz korktu. Sonra onun da içi gitti, fark ettim, ama bir şey söylemedim.

Mezeler bitip, balıklar geldiğinde ise fena afalladı. Önce “biz yemek yedik ya” dedi, sonra “ama ben doydum” dedi, fakat ben “madem Türk gibi eğleneceksin, bunu da yemelisin” deyince, pek itiraz edemedi. Bu arada ben de şarkıları türküleri çevirmeye devâm ediyordum. Ben çeviriyordum, o dehşet içinde bana bakıyordu, sonra bir soru soruyordu, ben de cevâp vermeye çalışıyordum;

-Yaslan dağın yamacına Halil İbrahim.

-İbrahim kim? Meşhur birisi mi?

-Ben ne bileyim.

-Herkes alkışlıyor, onlar mı tanıyor?

-Bilmem. Yahu, güzel bir türkü işte, takılmaya bak.


-Düşman galip geldi haklayamadım, döküldü cephanelerim toplayamadım.

-Bu, kahramanlık türküsü mü?

-Hayır, eşkıya türküsü.

-Bu eşkiyalar politik mi?

-Yok be, bayağı eşkiya. Bizde eşkiyaya türkü yakarlar.

-Peki şu kızla adam niye romantik romantik dansediyor.

-Şarkı güzel.

-Ben bunu anlamıyorum. Yani aşk, düşman, cephane?

-Boş ver işte, takıl.


-Vur hançeri kadınım ben öleyim.

-Neden kadınının onu bıçaklamasını istiyor?

-Çok seviyor.

-Seviyorsa evlensinler.

-Evlenemezler.

-Niye?

-Dedim ya, birbirini çok seviyorlar.


-Kanım aksın ki, terk etmem seni.

-Neden kanı akıyor, kaza mı geçirmiş?

-Yok canım. Yani o kadar çok seviyor. Seni terk edersem öleyim diyor.

-Biraz garip.

-Yahu boşver, sen takıl.


Bir-iki şarkı daha dinledi. Sonra patladı;


-Yahu sizde bütün şarkılar aşk ve ölümle ilgili.

-Evet, ne olmuş. Hayat da öyle. Başka ne var ki?

-Doğru aslında. Ama biraz garip değil mi?

-Ne yapacaktık, çayıra çimene şarkı mı yazacaktık? Biz bu kadarını yapabiliyoruz.

-Yanlış anlama. Hepsinin de sözleri çok güzel.

-Sorun ne?

-Bilemiyorum.

Bütün masalar ağzı kulaklarında hoplaya-zıplaya “sürünüyorum” diye göbek atarken, yüzünü görmeliydiniz. Sonra Çile Bülbülüm çalınca, bu defa komaya girdi.

- Bu şarkıda Allah diyorsunuz.

- Evet, deriz.

- Ama Allah deyip rakı içiyorsunuz.

- Ne olmuş, içeriz.

- Yanılıyorsam, lütfen düzelt. İslâm’da alkol günahtır.

- Doğru.

- O zaman neden yapıyorsunuz?

- Güzel oluyor. Sana bir sır vereyim mi? Bugün müzede gördüğün heykeller varya, dün burada onlar içiyordu. Allah deyip, rakı içtikleri için taş oldular. Garsonlar onları gizlice müzeye taşıdı.

- …

- Yahu şaka, gevşe biraz. Sen takılmana bak.

10. Yıl marşı başlayıp, bütün masalar tempo tutunca ise manası Türkçe’de aşağı-yukarı “oha” olan bir lâf etti. En çok da Onuncu Yıl Marşı eşliğinde tren yapılmasını yadırgadı. Önce kısık bir sesle “burası emekli subayların lokantası mı” diye sordu. Nasıl baktıysam, “boşver” dedi, “takılalım”.

Bir de bir Arap bir de Yunan şarkısı çalınca tümden aklı karıştı.

-Siz Yunanları seviyor musunuz?

-Arada bir.

-Ama Yunan şarkısı dinliyorsunuz?

-Arada bir işte.

-O demin söylenen Arapça şarkı ne diyor?

-Ne bileyim ben.

-Yunanca şarkının sözleri ne?

-Yahu nereden bileyim?

-O zaman neden dinliyorsunuz?

-Güzel oluyor. İlla anlamak mı lâzım.

- …

Bir Azerî türküsünü de tercüme edince, “buradaki herkes Azerice biliyor öyle mi?” diye sordu, ama artık ben de de cevâp verecek takat kalmamıştı.

Onun bu kültür şoku üç-dört saat sürdü. Sonra kalkmak istedi, yorulmuştu. “Yahu olur mu” dedim, “daha çorba içeceğiz”. Bana çok garip baktı, “ama yemek yemiştik. Yemekten sonra da balık yemiştik. Rakının üzerine nedense bira da içtik. Üstelik o kadar yemeğin üzerine sıcak helva da yedik, sonra bir de meyve yedik. Onun da üzerine kuru yemiş yedik. Kahve de içtik”…

“Olmaz”, dedim. “Şimdi de çorba içeceğiz. Devâmında da dürüm yiyeceğiz. Türkler gibi eğlenmek istemiyor muydun?” Boynunu büktü. Bir şey söylemedi. Oradan bir dürümcüye gittik. Mercimek çorbası, birer porsiyon soslu-soğanlı dürüm. Ben “keşke başka çorba içseydik” deyip, keyifle, şırdan tuzlama, paça ve işkembeyi anlatmaya başladım, ama yüzünü ekşiterek eliyle “ne olur sus” gibisinden bir hareket yaptı. Onu pek anlamadım.

Yolda bana baktı, baktı sonra; “biliyor musun?” dedi, “biz Almanlar da aslında eğleniriz”…

“Ne yaparsınız” diye sordum, “uzun masalarda yan yana oturup, bira içerek, sallandığınızı biliyorum. Bir de bizde ilkokulda deve-cüce diye bir oyun vardır. Galiba onu da oynuyorsunuz” dedim. O bir şey demedi…

Biraz sonra “biraz fark olacak tabii, siz Akdeniz milletisiniz” dedi. Ben de “tam değil” dedim. “Aslında aynı zamanda Kafkasyalı, Orta Asyalı, Orta Doğulu, Avrupalı, Balkanlı ve Egeli, Karadenizli’yiz” dedim.

“Haydi” dedim. Sevinçle “otele mi gidiyoruz” dedi. “Yoo” dedim, “Gölbaşına. Orada göl var. Şimdi yola çıkarsak, şafak sökerken orada oluruz. Güneş doğarken rakı içeceğiz”. Bana garip garip baktı, “ondan sonra otele dönebilir miyim” diye sordu.

Kahvaltı saatinde oteline bıraktım. Öğleyin yeniden buluştuk. Ne kahvaltıda ne de öğle yemeğinde hiçbir şey yememiş. Sadece soda içmiş. “Keşke kahvaltıda benim bildiğim bir yer var, oraya gitseydik. Sucuklu yumurta yerdik” diyecektim, vazgeçtim. “Sakın Türkleri AB’ye sokmayın” diye bir yazı yazmış. Çok şaşırdım, “bana senin Türkiye’nin AB’ye girmesini istediğini söylemişlerdi” dedim. “Öyleydi” dedi, “ama o zaman daha Türkiye’ye gelmemiştim” dedi. “Türkiye’yi sevmedin mi” diye sordum.

“Bayıldım” dedi, “harika bir ülke” dedi, “ama AB’ye girerseniz, hem siz bozulursunuz hem de biz bozuluruz” dedi. Çünkü biz zâten dominan kültürmüşüz. AB’ye girersek, on sene sonra Fransızlar, Almanlar “sürünüyorum” diye göbek atmaya, yeni nesil “kadınım bıçakla beni, seni çok seviyorum” diye ilân-ı aşk etmeye başlarmış.

“Şu Ren’in suyu akar delidir oy, oy, oy” gibi, “yaslan dağın yamacına Hans Peter’im” gibi, “Münih’in etrafı dumanlı dağlar” gibi filân işte…

Ayrıca bütün Avrupa obez olurmuş. Kimse de sabah işe zamanında yetişemezmiş.“Bir nasıl bozuluruz” diye sordum, “size” dedi, AB’de bunların yarısını yaptırmazlar” dedi.

Aman neyse boşverin, biz takılalım… O da artık takılıyor zaten."

20 Eylül 2009

Bienal Bayramı :)

11. Bienal Ramazan Bayramı'nda da açıkmış. Aile ziyaretlerini tamamlayınca gitmek görmek gerek. Bu seneki tema "İnsan Neyle Yaşar?" Breht Amca'nın Üç Kuruşluk Opera'sının bitiş şiiri başlığından alınmış. 4 Hırvat ablanın oluşturduğu What, How & for Whom (WHW) grubu tarafından küratörlüğü üstlenilen etkinlik 8 Kasım'a kadar sürerken kendine üç farklı yeri mekan edinmiş:
"İstanbul'u bir sanat platformuna dönüştüren İstanbul Bienali'nde, Antrepo No.3, Tütün Deposu ve Feriköy Rum Okulu'nda, toplam 70 sanatçının ses ve video yerleştirmelerinden, fotoğraf, heykel ve resme kadar uzanan 120'den fazla eseri sergileniyor.

Bu arada ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİNE ÜCRETSİZ, Koç desteğiyle.

Bienal ile ilgili ayrıntılı bilgiye şu adresten ulaşabilirsiniz:
http://www.iksv.org/bienal11/anasayfa.asp

Şiir ise şu şekilde:

İnsan Neyle Yaşar?
Sayın baylar, bize hep ders verirsiniz:
“Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış.”
Aç karnına kuru öğüt çekilmez.
Önce doyur beni, ondan sonra konuş.
Sende göbek, bizde ahlak nedense.
Şimdi bizi iyice dinle bak;
İster şöyle düşün, istersen böyle:
Önce ekmek gelir, arkadan ahlak.
Artık vermek gerek, unutmayın sakın,
Tüm nimetlerden, payını yoksulların.

İnsan neyle yaşar?
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı,
İnsanlığı unutmalı insan.

Katı gerçek budur, kaçınılmaz
Kötülük yapmadan yaşanamaz.
Efendiler bize ahlaksız dersiniz
Kötü kadın, utanmaz fahişe
Aç karnına suçlanmak hiç çekilmez
Önce doyur beni ondan sonra söyle
Sende şehvet, bizde edep nedense
Şimdi bizi iyice dinle bak;
İster şöyle düşün, istersen böyle:
Önce ekmek gelir, arkadan ahlak.
Artık vermek gerek, unutmayın sakın,
Tüm nimetlerden, payını yoksulların.
İnsan neyle yaşar?

İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan,
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı,
İnsanlığını unutmalı insan.

Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanamaz.

(Türkçe’ye çeviren: Tuncay Çavdar)